10 Kasım 2022 Perşembe

“Lafı geveleme! Erkek erkeğe konuşuyoruz!”

 


Bu sabah Çınar evden çıkmak için acele etti. Her sabah ancak sırtımda kapıya kadar giden çocuk baktım, ayakkabılarını giymiş kapıda bekliyor:

-Hadi babacım, Atatürk’e geç kalacağız.

Geç kalmadık, yetiştik. Onlar okullarda, milyonlar sokaklarda, ben de gazetede odamda, Büyük Önder’in ebediyete intikal ettiği o anda saat 09.05’te saygı duruşundaydık.

Elbette Atatürk’ü anmak güzel…

Ama anlamak da lazım…

Zamanın imbiğinde akarak benim belleğimde yer etmiş Atatürk algısını birçok kez  yazdım.

Peki, başkaları Atatürk’e nasıl bakıyordu?

Bu kez onu yazacağım. İyi bir örnek vereceğim.

SİR LORAİNNE’NİN ANALİZLERİ

Kral 6. George’a “Atatürk’e pahalı hediye yollamayın emin olun iki ülkenin ilişkileri bozulur, kitap yollayın. Atatürk böyle hediyeleri sever” diyen dönemin Ankara Büyükelçisi Sir Piercy Lorainne’dir.

1933 yılı sonlarında İngiliz Hükümeti’nin Ankara Büyükelçisi olarak atanan Sir Percy Loraine, Mayıs 1939’a kadar bu görevini sürdürmüş. Görev yaptığı süre zarfında Türkiye’de meydana gelen iç ve dış gelişmeleri dikkatlice takip ederek İngiltere Dışişleri Bakanlığına bildirmiş, Türk-İngiliz ilişkilerinin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuş. Atatürk ile ilgili de çok önemli gözlemleri olan bir diplomat…

Esra Sarıkoyuncu Değerli, “Bir İngiliz Diplomatın Gözüyle Atatürk ve Türkiye” çalışmasında Loraine’nin görüşlerini derlemiş. Dün onu okuma fırsatım oldu.

İnanılmaz detaylar var.

“DELİP GEÇEN MAVİ GÖZLERİ VARDI”

Değerli’nin kaleminden aktarmak istiyorum:

Lorainne Mustafa Kemal’in görünüşünü şöyle anlatır:  “Onun dış görünüşü nasıldı? Onun göze çarpan başlıca özellikleri aşikâr sert mizacı ve kusursuz dış görünüşü idi: keskin yüz hatları, delip-geçici mavi gözleri, çatık kaşları, belirgin yüz çizgileri, genellikle cesur ve oldukça sert ifadeli yüzü, her jest hareketinde hatta hareketsiz oldu zamanlarda dahi onun ateşli kişiliği hemen her bakışta görülürdü. Cumhurbaşkanı olduktan sonra ordunun geçit töreni dışında -ki eskisi kadar görkemli idi- asla askeri üniformasını giymedi. İpek kumaşından şapkası ve Kurtuluş Savaşı’na ait bir madalya dışında daima sade ancak bir o kadar kusursuz kıyafetler giyerdi”.

ATATÜRK MACERACI DEĞİLDİ

Loraine’ne göre, Atatürk’ün sahip olduğu karakter yapısının en önemli özelliklerinden biri gerçekçiliğidir. Loraine’e göre Atatürk bu özelliği sayesinde, kendisinin ve ulusunun gücünü doğru saptamış ve hedefleri de bu doğrultuda belirlemiş, eylemleriyle ulusunu maceraya sürüklememiştir. Loraine, Atatürk’ün belirlediği hedeflerin hayallerden ve maceradan uzak, Türk ulusunun ihtiyaçlarından kaynaklandığını ve Onun bu ideallerini gerçekleştirirken halkının desteği ile büyük ve saygın bir mücadele verdiğini vurgulamaktadır.

SORUNLARI HIZLI ÇÖZERDİ

O, Atatürk’ün gerçekçiliği bir diğer ifadeyle hedef saptamadaki başarısı kadar, hedeflerine ulaşırken izlediği stratejiden de övgüyle bahsetmektedir. Loraine’nin ifadesine göre Atatürk sorunlara çözüm bulma konusunda son derece yeteneklidir. Zor ve karmaşık sorunlarla gelindiğinde, Atatürk’ün önce meseleleri önem derecelerine göre sınıflayarak daha sonra buna göre derhal harekete geçtiğini ifade etmektedir. Loraine’e göre bu süreç Atatürk’te öyle otomatik bir davranış haline gelmiştir ve bu sayede Atatürk, çok hızlı bir şekilde sorunları çözüme kavuşturmuştur.

ATATÜRK ÇOK KARARLIYDI

Onun altını çizdiği Atatürk’ün bir başka özelliği ise kararlılığıdır. 13 Eylül 1942’de Đngiltere’nin Sunday Times gazetesinde Loraine’nin “Turkey and The Kemalist Tradition” başlıklı yazısında Atatürk’ün verdiği kararlardan asla dönmediğinin ve kararlarının arkasında korkusuzca durduğunun ve ölümüne kadar da bu özelliğinden asla taviz vermediğini vurgulamıştır

Ayrıca 10 Kasım 1942 tarihli radyo konuşmasında da konuyla ilgili görüşlerini şu şekilde belirtmiştir:

Bu adam, hayatı boyunca doğru bildiklerini yapma konusunda tereddüde düşmedi asla korku yaşamadı. En zor anlarda bile korkmadı. Nasıl korkusuz yaşadıysa aynı şekilde korkusuzca öldü. Onun ölümünün büyük zaferine gölge düşüreceğine kesinlikle inanmıyorum. O, halkının hayat standardını iyileştirdi. Onun halkına bıraktığı en kıymetli hediye ise, onurlu kıymetli bağımsızlık oldu.”

DALKAVUKLARDAN NEFRET EDERDİ

Ayrıca Loraine, Atatürk’ün dalkavuklardan nefret ettiğini ancak “diyaloga açık olma” özelliğine sahip olduğunu belirtmektedir 10 Kasım 1948 tarihinde yapmış olduğu konuşmasında ise konuyla ilgili şu ifadeleri kullanmaktadır: “Onun iletişim kurmakta kullandığı en sevdiği metot, kendisini, kabinesindeki üyeleri hatta diyalog kurmak istediği herkese uyguladığı psikolojik olduğu kadar da entelektüel olan sözlü sınavlardı. Bunlar araştırma sınavları idi. Onun verilen cevaba oldukça yakın birbirine bağlı sorularından, rahatlıkla meseleleri dikkatlice en küçük ayrıntısına kadar inceleyen bir kişilik yapısına sahip olduğunu anlaşılabilirdi. Üzerinde çok fazla düşündüğü uzun ifadeli meseleleri bazen hızla, arka arkaya soru bombardımanı olarak yöneltirdi. Bu art arda gelen sorularına aniden ünlem ifadeli sözleriyle ara verir ve kaşlarını kaldırarak, buz mavisi gözleriyle içe işleyen, soğuk bir bakış fırlatırdı. Karşısındaki bu bakışın ne anlama geldiğini anlardı. Bunun anlamı “Geveleme: Erkek erkeğe konuşuyoruz. Ne düşündüğünü duymak istiyorum, demekti.”

***

Lorainne, tanıdıktan sonra Atatürk’e hayran olmuş bir yabancıydı…

Keşke toplumumuz da en az onun kadar Mustafa Kemal’i anlamak için gayret etse…

Eminim hepsi hayran kalacaktır.

 

 

3 Mayıs 2020 Pazar



Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Büyükakın ile yaptığımız canlı yayın...

16 Kasım 2015 Pazartesi

Kan, şiddet, derin yoksulluk, Ali Koç ve vicdanlı kapitalizm

Önce bir tespit:
Adına küreselleşme denilen süreçte, “karın maksimize edilmesi” adına sermayenin önündeki tüm engeller tek tek kaldırıldı. Hukuk ona göre dizayn edildi. Sınırlar kaldırıldı, özelleştirmeler yapıldı, sendikalar bitirildi, işçiler modern köleler haline getirildi.
Bunun adı “vahşi kapitalizm”dir.
Sonucu ise az sayıdaki kişinin anormal zenginleşmesi çok sayıda kişinin derin yoksulluğa yuvarlanmasıdır.
Tablo bu.
Bence, vahşi kapitalizmin son yiyeceği de kendi özüdür.
Hal böyle olunca memleketin en önemli sermayesinin en önemli isimlerinden biri olan Ali Koç’un söyledikleri kapitalizmin arıza sinyali verdiğinin de göstergesi sayılmalıdır.
Ne dedi B20 İstihdam Görev Gücü Koordinatör Başkanı ve Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç:
"Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir."
Derin yoksulluk, sistem ehlileştirmezse sisteme olan güveni tamamen eritecek.
Bu açmazdan çıkmak için bakış açısı değişmeli. Ali Koç’un çıkışı bu noktadan çok anlamlıdır.
Bazıları Koç’un pozisyonuna bakıp bunu romantik, ütopik bulmuş olabilir; “Komünistlik yapıyor” diyenler bile olabilir ama tersinden sermaye sahiplerinin de içinde bulundukları oyunun kurallarını beğenmedikleri düşünülmelidir.
Koç bunu ilk kez de yapmıyor. Daha önce de, “Ben şahsen 6 ve 8 yaşında iki çocuk sahibi bir baba olarak çocuklarımızın geleceğinden, bu gidişata baktığımız zaman, endişe duymamak mümkün değil diye düşünüyorum. Eminim bu da hepiniz için geçerlidir" demişti.

***

Uğur Gürses’in de dediği gibi bu çıkışı “vicdanlı kapitalizmin sesi “ olarak görmek bence doğru olandır.
Gürses diyor ki, "Ali Koç’un sözleri çok açık görünen bir olguya itiraz, ‘vicdanlı kapitalizm’ çıkışı aslında; ‘vahşi kapitalizmin’ artık mevcut makul iş kesimini de rahatsız ettiğinin iyi bir örneği. 20 yıl öncesine göre çok farklı bir yerdeyiz. Küreselleşme görmekten kaçınamayacağımız bir tabloyu hep göz önünde tutuyor. Gelir ve servet adaletsizliği sürüyor. Bu konunun küresel servetin kabaca yüzde 80’inin, küresel yetişkin nüfusun sadece yüzde 9’unun elinde bulunduğu, 900 milyon kişinin yoksul olduğu bir dünyada hala yeterince tartışılmıyor olması üzücü. Bu açıdan Ali Koç’un, kabaca 18 milyon yoksulu olan ülkemizde G20 fırsatıyla bu konuyu gündeme taşıması çok olumlu. Diğer taraftan, iş kesimi sadece konuşarak değil sivil toplum platformlarına destek vererek de çaba göstermeli."

***

Vahşi kapitalizmin sadece ekonomik sonuçları yok elbet…
Küreselleşen terör ya da asimetrik savaşın kaynağında da bu sosyo- ekonomik küresel adaletsizlik yok mu?
Sevgili Ufuk Saka Paris’teki saldırılar sonrası sosyal medya hesabından bir tespit yaptı:
“Bize gösterilen fail kim olursa olsun, bu kör şiddet dilinin kaynağı da, "yöneteni" de küresel planda mafyalaşmış kapitalizmdir. Kapitalizmin açık-gizli güvenlik servisleri, bu ölçekteki terör saldırılarının, bazen doğrudan örgütleyerek faili, bazen de ‘konjonktür gereği’ sessiz kalarak işbirlikçisi olurlar. Hedefinde nedense mesela silah tüccarları, enerji, çelik, telekomünikasyon ya da finans baronları yoktur. Bu nevi saldırılarda nedense hep sıradan siviller ölür. O nedenle, evet, Paris'te, Suruç'ta, Ankara gar meydanında, her nerede olursa olsun yaşamını yitiren herkes birbirinin kardeşidir. Fail ise bir parçası olduğumuz ve o kör tüketim şehvetiyle durup dinlenmeden büyütüp güçlendirdiğimiz sermaye düzenidir. Yüreklerimiz bugün Paris'te kanıyor. Peki yarın?”

***

Evet yarın ne olacak?
Yarın için ne yapacağız?
Ali Koç’un bile çocuklarının geleceği için endişelendiği bir sistemi revize etmek gerekmiyor mu?


9 Kasım 2015 Pazartesi

Toplumun siyaset algısını anlamak gerekiyor



Muhalefet partileri yöneticilerine ve seçmenine söylüyorum.
Eğer seçim sonuçlarına inanamadıysanız “bilimsel kabullenme süreçlerinin inkar” bölümünde kalmışsınız demektir.
Ancak siyasal ve sosyolojik bir gerçeklik olarak Adalet ve Kalkınma Partisi önünüzde duruyor.
Bırakın “bu ülkede yaşanmaz” kızgınlığını…
Bırakın “Ya nasıl oy çalıyorlar anlayamıyorum” safsatasını…
Bırakın, “bu millet adam olmaz” üstten bakışını…
İnkar etmek, şaşırmak ve kızmaktan farklı olarak anlamak zorundasınız.
Bu iktidar bir Türkiye gerçeği…

***

Ancak daha önemlisi de var…
Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye’de seçim ve siyaset işini en kurumsal yapan parti…
7 Haziran’ı en doğru okuyan parti…
Bakın 7 Haziran’da yüzde 9 oy kaybettiler ama kendilerine oy vermeyenlere tek kelime etmediler.
Mesajınızı anlıyoruz” dediler…
“Fabrika ayarlarına geri dönüyoruz” dediler.
Gocunmadılar, halkın prim verdiği CHP’nin ekonomik vaatlerinin benzerlerini söylediler. Çünkü Adalet ve Kalkınma Partili teşkilatlar raporlarında bu vaatlerin etkisini yazmışlardı.
Yetmedi…
Aday listelerini güncellediler.
Yetmedi…
1 Kasım mesajlarında da iktidar partisi istikrarın öneminin altını çizdi.
Slogan olarak Tek başına iş başına” dediler. Yani “güçlü hükümet istikrar getirecek bu belirsizlik bitecek” mesajını verdiler.
İlk günkü aşkla” dediler, yani “Biz hatamızı biliyoruz. 2002 heyecanıyla karşınızdayız” dediler.
Terör meselesinde devlet duruşunu gösterip ilk kez terör meselesi nedeniyle MHP’nin oy kaybetmesini sağladılar.

***

Tüm bunlar profesyonel ve organize bir çalışmanın, kurumsal varlığın sonucu…
Bu nedenlerle Adalet ve Kalkınma Partisi gerçeğini inkar etmek muhalefete sadece kaybettirir.
CHP, MHP ve HDP sandıkta aradığını bulamadı dedik ama şimdi ne olacak?
Ben lafı dolandırmadan muhalefet ile ilgili düşüncelerimi de söyleyeceğim.

***

Cumhuriyet Halk Partisi’nden başlayacağım. CHP 7 Haziran ve 1 Kasım’da mükemmele yakın bir seçim kampanyası yaptı.
Yaptı ama oylar da milim kıpırdama olmadı.
7 Haziran’da yarım puan düşen oylar, 1 Kasım’da yarım puan arttı.
Anlamlı değişim olmadı.
Şimdi birileri “CHP’de genel Başkan sorunu var” diyor.
Yanlış. Yeteri kadar açıklayıcı bir analiz olmaz bu yaklaşım.
CHP’de sosyolojik bir sorun var. Halk beğendiği halde neden oy vermediği incelenmeli. Bence sorun tarihsel ve köklü toplumsal önyargılarda.

***

Gelelim Milliyetçi Hareket Partisi’ne…
MHP için 1 Kasım sonuçları tam bir felaket…
Ancak MHP Teşkilatlarını bu sonuçlardan tenzih ederim. Bence hiçbir suçu yok Ülkücülerin…
Bence suç 7 Haziran akşamından başlayarak her şeye “hayır” diyen Genel başkan Devlet Bahçeli’dir.
Devlet Bahçeli, partisinin önünü açmalı ve genel başkan koltuğunu bırakarak “onursal genel başkanlık” sıfatıyla yetinmeli.
MHP merkez sağın da sığınabileceği, kamuoyunun da takdir ettiği isimlerin yer aldığı bir liste başa gelmeli.

***

HDP’nin durumu da vahim…
Bize ödünç oy verenleri utandırmayacağız” demişlerdi.
5 ayda tükettiler, avanslarını…
İmralı ile Kandil arasında sıkışıp kaldılar. Hem onlarla çeliştiler hem de halka kendilerini anlatamadılar.
Şimdi ciddi bir özeleştiri yapıp, terör ve şiddetle aralarına büyük bir mesafe koyamadan da düzelmezler.



27 Nisan 2015 Pazartesi

Avni Akyol’un kemikleri sızlar

Her acı olay, büyük bir derstir.
Herkes hata yapar ama hatalar ders almak içindir. Aynı tarz hata iki kez yapılmaz. Yapılırsa adı hata olmaz.
Hele de memleketi yönetenler bu konuda dikkatli olmak zorundalar.
Bu ülke toplumun kutuplaşması ile sonuçlanan ama tüm dünyaya örnek olan Gezi Parkı olaylarını yaşadı.
Bu olaylar sonrasında artık böyle çevre ve yeşil katliamına yol açabilecek hatalar yapılmaz diye düşünüyordum.
Yanılmışım…
Yeşilin ve ağacın bu kadar önemli olduğunu bile bile Düzce Belediyesi inanılmaz bir iş yaptı. Düzce Belediyesi, “vergi borcu karşılığı” gerekçesiyle Avni Akyol Parkı ile Uzunmustafa’daki Konak Parkı’nı ticari alana dönüştürdü ve Maliye’ye satma kararı aldı. Belediyenin yaklaşık 100 milyon liralık vergi borcu bulunuyor. Buna karşılık yeşil alanları ticari alana dönüştürerek devretti.

***

Gazetemizin gündemi bu…
Ahmet Altun “İflas eden tüccar eski defterleri karıştırırmış. İflas eden Belediye de ne var ne yok satıyor! Ruhi Kurnaz’ın beyanına göre 2003 yılında belediyenin borcu olmadığı gibi kasasında nakit para bile vardı” tespiti yapmış.
Telat Çelik, “Sizin olmayan ve hayırseverlerin halka bağışladığı bu yerleri hangi yetki ile ve kime sordunuz da satışa çıkardınız? Düzce halkının malı olan bu parkları size Düzceliler olarak sattırmayacağız ve Hukuk içinde her türlü Mücadeleyi ortaya koyacağız. Bu yaptığınız kepazeliğinde elbet hesabını soracağız” diyor. 
Ayşegül Şenol Can “Böylesi yeşil alanların ticari alana çevrilmesi affedilmez bir şehirleşme hatasıdır. O şehrin sembol yeşil alanı haline gelmiş bu alanların yüzyıllarca korunması geliştirilmesi büyütülmesi gerekir. İnsanların anıları ve geçmişleri hatta bizim gibi şehirlerin acıları var. bu parklarda. O nedenle halkın malı olan parklar, halkın haberi olmadan ticari alana çevrilmez ve şehir merkezindeki böylesi önemli kamu alanlarının öncelikle binalardan arındırılıp yalnızca yeşil alanlara çevrilmesi gerektiği halde yanlış bir karar ile ticari alana çevrilmesine Düzce halkının sessiz kalmayacağını düşünmekteyim” demiş.
Hepsinin altına imzamı atarım.

***

Ben de başka bir noktadan bu büyük yanlışa bakmak istiyorum.
Düzce’de herkesin bir anısı olduğu bu iki merkezi parktan birinin adı Avni Akyol…
Gazeteciliğimin ilk dönemi, Avni Akyol’un bakanlığı dönemine denk gelir. Ben çömez bir gazeteciyken Akyol ile çok sohbetim olmuştu.
Avni Akyol, entelektüel, değerli bir devlet adamıydı.
Adının bir parka verilmesi de çok doğru ve anlamlı.
Ancak şimdi onun adını taşıyan parkın başına gelenler, kabul edilebilir değil.
Düzce, belediyesinin anormal borçları nedeniyle çok önemli yeşil alanlarını kaybederken yetiştirdiği büyük bir devlet adamına da ciddi saygısızlık yapılıyor.
Bu karar Avni Akyol’un kemiklerini sızlatır.

Yazık…

5 Kasım 2014 Çarşamba

Sadaka kültürü, kader ve çaresizlik



Şahsım adına güzel şeyleri yaşadığım bir yıl oluyor, kısa bir süre önce evlendikten sonra şimdi de emekli oldum.
E tabi, emeklilik yan gelip yatma yeri değil! Türkiye’de emekli olmuş birçok kişi gibi ben de çalışmaya devam ediyorum. Etmek zorundayım.

***

Ama hemen olumsuzlamayalım emekliliğin güzel yönleri de var…
Geçen hafta sonu boğazlarım iltihaplandı. Ateş oldu 39 derece… Küçücük bademciğin beni yatırmasına homurdanarak doktora gitmek zorunda kaldım. Tabi güçlü bir antibyotik verdi doktor. Tedaviye başlamak için hemen sağlık ocağının karşısındaki eczaneye girdim reçete şifresini verip ilaçları aldım. Para ödemeye hazırlanıyordum ki eczacı genç, “şimdi bir şey ödemeyeceksiniz, emekli maaşınızdan kesilecek” dedi.
İlk kez bir eczaneden böyle çıkıyordum. İçimi tarifsiz bir mutluluk kapladı. Oysa para para değil 10 TL; üstelik ilk maaşımdan da kesilecekti ama eczanede benden para isteyen çıkmadı ya içimden “İyi ki emekli olmuşum” diye geçirdim.

***

Şimdi bazılarınız “sosyal bir devlet de bunlar olacak elbet” diyorsunuz ancak günümüz Türk toplumunu anlatmayacak. Çünkü evet emeklinin ilaç parasının o an değil maaşta kesilmesi naif bir uygulama ama Türkiye gerçeği, sosyal yardım hareketinin ağır ağır bir “sadaka toplumu” yarattığı şeklindedir.
Devletin veren eline alışan bir toplumun kendi gerçekleriyle yüzleşmesi zordur. “Almak” kolay “üretmek” ya da diğer bir deyişle “üretime katılmak” çok farklı şeyler.
Sadaka bir toplumu, tembelleştirir
Tembelleşen ve üretmeyen bir toplumun sonu bellidir…
Ancak sadakanın hale geçer akçe olduğu kanısı hükümette yaygın.

***

Bakın Soma’dan sonra Ermenek’te de maden faciası yaşandı.
Kar hırsının gözleri körelttiği sektörde, Ermenek’te de işveren yeni yasal düzenlemelerin arkasından dolanmak için "yemeği herkes madende yiyecek" dedi. Çünkü çalışma saatleri kısaldığı için işçilerden maksimum verim alabilmek adına öğle tatilini yok etti. “Yukarıda açlık aşağıda ölüm var; aşağıda ölüm ihtimal, yukarıda açlık ihtimal” diye düşünen işçilerin 18’i maden ocağında sular içinde kaldı.
Meğer iş güvenliği firması uyarmış. Bölgenin yer altı suları ile ilgili durumu biliniyor.
Çalışma Bakanı feryadı figan, "Bunlara ruhsat verilmemeli. Kapansın dediğimizde 50 kişi araya giriyor” diyor ama “Kim bu araya giren 50 kişi?” diye soran gazeteciyi, Enerji Bakanı fena  azarlıyor. Cevap da vermiyor.
Cevap vermiyor ama çözüm olarak toplumun manevi değerlerinden ve ekonomik güçsüzlüğünden yararlanılmaya çalışılıyor.
Bankalar ölen madencilerin borçlarını silmiş.
Aman ne güzel! Zaten onlarda borç harç içinde oldukları için maden ocağında o koşullarda çalışıyorlardı.
Trajikomik ama “Sadaka kültürü her zaman işe yarar” diyen toplumsal zihnimizin idareye yansıyan hamleleri bunlar.
Yetmez, maneviyat devreye girmeli. 
Zonguldak'ta TTK Karadon Müessese Müdürlüğü maden ocağında meydana gelen grizu faciasıyla ilgili dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, hatırlayın şöyle demişti: “Grizu patlamaları ya da metan gazı maden ocaklarının maalesef tabii bir parçasıdır. Grizu patlamalarını yüzde 100 önlemek mümkün değildir. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde ABD'de, Rusya'da, Çin'de, Almanya'da, hiçbir yerde bugüne kadar 'bu yüzde yüz önlenmiştir' diyecek bir tek kişi yok. Diyemezler. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın birçok yerinde bu ne yazık ki yine altını çizerek söylüyorum, bu işin kaderidir. Bunu sağa, sola çekmek isteyen bazı köşe yazarlarına da hatırlatmak istiyorum, çeşitli kurum ve kuruluşlara da söylüyorum, bu işin kaderidir diyorum.”
Doğru facialar önlenemez ama ölümler önlenir.Daha doğrusu minimuma inebilir.
Hadi maden ocaklarındaki ölüm oranlarını açıklayın ve dünyanın ölüm oranlarına bakalım. Kader mi, ihmal mi, aç gözlülük mü, hep beraber görelim.


Ama bizde insan canı ucuz, borç silinir, “kader” denir, eve kömür ve para gönderilir falan filan derken acılar unutulur.
Göreceğiz bakalım bu kar hırsı faciasına "doğal afet" diyen işveren ne ceza alacak?
Gerçi biz doğal afetlerden de ders almıyoruz ya…
Acıların en büyüklerinden birini depremlerde yaşamadık mı? 17 Ağustos ve 12 Kasım’da evlatlarımızı İstanbul'da, Kocaeli'nde, Yalova'da, Bolu'da, Düzce'de, Eskişehir'de enkaz yığınlarına kurban vermedik mi? Van depreminde o küçük çocuğun bakışını unuttunuz mu?
Alın 12 Kasım Depreminin yıl dönümü daha geldi. Yaraların ne kadar sarıldığını bir kenara bırakın, böylesi bir faciaya karşı önleyici neler yapıldı?
Allah göstermesin ama bir daha böyle acı yaşarsak kimse ölümler için kader demesin, çünkü depremin öldürmediğini artık herkes biliyor.
Biliyor…

19 Ekim 2012 Cuma

Ey demokrasi; boş ol, boş ol, boş ol!


Neşat Ertaş’ın evi soyulmuş..
Değerlerini korumayı bilmeyen bir toplumuz ötesinde saygımız da yok.
Bir kart firmasının reklamındaki gibi “paranın satın alamayacağı şeyler vardır” aslında ya da olmalıdır.
Size geçmişten bir hikaye;
Dönem radyo dönemi. Öyle televizyon pek yaygın değil. Orhan Boran'ın radyo programları büyük ilgi görüyor. Çok seviliyor.Ama Orhan Boran kim desen gösterecek adam az.
İşte o yıllarda Boran bir Ankara dönüşü, İstanbul'da havalimanından şehre gelmek üzere bir taksinin kapısını açmış:
-Delikanlı beni Bakırköy'e götürür müsün?
Boran'ı tanımayan şoför dönmüş:
-Kusura bakmayın bayım, şimdi radyoda Orhan Boran'ın programı var. Ben de onun hastasıyım. Siz arkadaki arabaya binemez misiniz? diye soruyor.
 Boran pek etkilenmiş, çok hoşuna gidince genci ödüllendirmek istemiş. Çıkartmış cebinden 10 TL -ki o zaman için inanılmaz büyük para- taksici gence vermiş.
Parayı gören genç bir hamlede radyonun düğmesini kapatmış:
-Gel beyim gel. Kim takar bu saatten sonra Orhan Boran'ı..
Bizim gibi ülkelerde değerlere saygı yok edilir, önemli kavramların da içi boşaltılır. Hele de global bir tehlikeyle karşı karşıya olanlar daha da hızlı yozlaştırılır.
Bunların başında da “demokrasi” geliyor.
Winston Churchill  “Demokrasi berbat bir rejimdir. Ama rejimlerin en az berbat olanıdır” demişti. Bu tersten demokrasi güzellemesi kavramı yüceltip anlamlı kılıyordu. Bu günlerde ise ağızlardan “demokrasi ve barış kelimeleri düşmeyenler otoriter rejimler ve savaş için psikolojik, sosyal ve yasal dayanaklar peşinde,

***

Halikarnaslı Herodot demokrasiye isim babalığı yaparken bu kadar uzun zaman adının var olacağını elbette düşünememiştir.  Heredot, Yunanca'da halk anlamına gelen "Demos" ile güç, kudret, iktidar, yönetim kavramlarının karşılığı "Kratos" sözcüklerini harmanlayarak adını koyduğu rejim, aslında halkın doğrudan kendisini yönetmesinin adıydı.
Atina Agorası'nda "Ecclesia" denilen, tüm kent halkını bir araya getiren toplantıda yasalar hazırlanıyor, onları uygulamak üzere yöneticiler ve yargıçlar seçiliyordu.
Bu sistemin adı "Doğrudan demokrasi”ydi.
İnsanlık modern demokrasiye ise yakın tarihte kavuştu. Fransız devrimi ile başlayan süreçte demokrasi her geçen gün gelişti. Tarihsel paradigmaya göre 1945’te İkinci Dünya Savaşının galibi demokrasiydi; liberal demokrasiydi.
Liberal demokrasi ucu bucağı görünmeyen bir yolculuk gibiydi. “Özgürlük” tek slogana dönüşmüştü. 1990’larda Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” doktrini ile tanıştık.  Fukuyama liberal demokrasinin tarihin nihai formu olduğunu söylüyordu. Tarih sadece liberal demokrasinin daha da rafine hale getirilebilmesi demekti. Bugün “e-demokrasi” ya da “ileri demokrasi” gibi başına ek ve sıfatlar alarak parlatılmak istenen liberal demokrasi “Arap Baharı” ile tekrar insanlık ideali olarak önümüze konulmuş durumda. Ama bence günümüzün sorusu –baştan seri anlatmaya çalıştığım üzere- liberalizm ve demokrasinin bu durumunun bir yanılsama olup olmadığı ile ilgili.


***

Bence demokrasi küresel olarak içeriği hızla boşaltılan bir kavram.
Biz de ise hakkın rahmetine kavuştu.
Ona zaten inanmamış olanlar çoktan “Boş ol, boş ol, boş ol” deme kolaycılığı ile bağlılıklarını bitirdiler.
Çağdaş felsefenin önemli isimlerinden Slavoj Zizek, "Neo-liberalizm sona erdi. Ve ben, neo-liberalizmin zaten hiçbir zaman bir gerçeklik olmamış olduğu görüşündeyim. Eğer büyük kapitalist devletlere bakarsanız, Birleşik Devletler’e bakarsanız, devletin iktisadi hayatta gittikçe daha fazla yer tutmaya başladığını görürsünüz. Asıl ilginç olan durum da budur. Asya’da, Singapur’da, Çin’deki kapitalizmde devlet çok güçlü bir rol oynuyor. Bu, neo-liberal rüyanın sona ermesi benim için büyük bir meydan okuma anlamına geliyor. Kapitalizmin bir şekilde kendisiyle birlikte demokrasi getirdiğine inanılıyordu, şimdiyse kapitalizm ile demokrasi arasındaki evlilik ilişkisi yavaş yavaş bir boşanmaya doğru gidiyor” diyor…
Demokrasi özü itibarıyla esnetilmeye müsait bir rejim değil. Savaş ve terör gibi olağanüstü durumlarda bazı haklarda kısıtlama yapılabileceği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde de yer alıyor. Ancak o sözleşmede de belirtildiği gibi bu hakların özüne dokunulamıyor. Bazı lider ve hükümetlerin iktidarını sürdürmek için demokrasiyle bağdaşmayan karar ve uygulamalara yöneldiği görülüyor. Bu davranışlar demokrasinin özüne zarar veriyor, özgürlükleri kısıtlıyor ve demokratik rejimin geleceğini tehlikeye düşürüyor. Demokrasiyi savunma bahanesi, “siyasal hasımları” bertaraf etmenin güzel bir gerekçesi ve kullanılabilir bir aracı olmuştur.
İlginç ama gerçek demokrasiye aykırı her davranış aslında demokrasi için yapılıyormuş gibi sunuluyor. Mesela 12 Mart’ın Başbakanı Nihat Erim  "Eğer demokrasi tehlikeye girerse, özgürlüklerin üzerine bir şal örtüveririz" demişti.
Kısacası demokrasi adına demokrasinin yok edildiği bir dönemden geçiyoruz. Demokrasilerde “demokrasiyi yok etme özgürlüğü” olup olmadığı konusu günümüzde tartışılmaktadır.
Ancak tartışması bile abes bir konudur bu.Tanım gereği elbette demokraside her türlü düşüncenin ileri sürülmesi gerekir. Ama demokrasinin de kendini savunmaya hakkı vardır. Hiçbir rejim, kendini “yok edeceğini” açıkça ifade eden gelişmelere izin veremez.
Ama ya bizzat demokrasi aşığı görünümdekiler rejimin demos ve kratos yapısını dejenere ediyorsa?
Ve daha da kötüsü demokrasi ellerinin altındaki tek güç olanlar buna alkış tutuyorlarsa?

***

Bir kıssayla bitirelim:
Hüseyin Cahit, bir Suriye ziyareti dönüşü öncesi Suriyeli bir dostuna neden Türkiye'ye gelmediğini sormuş:
 -İyi de üstadım, Türkiye'ye gelmek güzel ama ben bir iki kelime dışında Türkçe bilmiyorum.
Hüseyin Cahit merakla sormuş:
 -Nedir o kelimeler?
 -Nasılsınız efendim... Evet efendim... Allah ömürler versin efendim... Arz-ı hürmet ederim efendim. Teşekkür ederim. Başüstüne efendim..
 Üstad gülmüş:
 -Kafi azizim, kafi... Sen bu kelimeleri yerinde kullanıyorsan, bizim memlekette ömrünün sonuna kadar yaşayabilirsin...

***

Son söz; demokrasi yalakaların değil, başını dik tutup isteklerini hayata geçirmek isteyenlerin rejimidir.
Bu boşanmadan kapitalizmi de anca onlar vazgeçirebilir.

NOT: Bu yazım tablet dergisi Kupon'da da yayınlanmıştır.